Azrail’in Tıngırtısı

İçmek hâlen suç değil, ama saat ondan sonra içki satmak suç. Sarhoş olmak da hâlen suç değil; ama saat ondan sonrasını hatırlamıyorum.

Yüksel Caddesinin köşesindeki büfeden, son meteliğim ve acındırıcı pazarlığımla alıyorum biramı. Öncesinde kaç şişe devirdim bilmiyorum. İnsanlara aldırış etmeden, pıst sesiyle açıyorum. Bir çeşit uyarı gibi. İnsanlar pışt der, biralar pıst. İnsanlar ile biralar arasındaki fark minnacık bir nokta işte.

Yıllardır ayakta duran; belki de yolcusunu bekleyen ihtiyar heykelin arkasına geçiyorum. Soğuk küpeşteye oturuyorum. Arkamdaki lüks barın müziklerinden, şerefine içilecek şarkıları araklıyorum kulaklarımla. İnsanlar, noktalar gibi önümden geçiyorlar. Teneke şişeyi kaldırıyorum selam verircesine. Hiçbirisi aldırış etmiyor. Olsun, diyorum, canınız sağ olsun. Yolcusunu bekleyen ihtiyara, bir de bankta oturan teyzeye kaldırıyorum kadehimi. İkisi de karşılık veriyorlar. Sağ olsunlar.

Son yudumu tüketmeden önce gargara yapıyorum boğazımda. Birkaç damlası soluk boruma sıçrıyor. Aksırıyorum. Burnumdan köpük çıkıyor. Geğiriyorum. Gırtlağımda kalanlar ağzımdan sızıyor. Son yudumun yarısı böylelikle israf oluyor. Saate bakıyorum, onu çoktan geçmiş. Cebime yokluyorum, kuruş kalmamış. Yerimden kalkıp, ihtiyarın karşısına geçiyorum. Kucaklaşıyorum. Vedalaşıyorum. Sağıma, soluma bakınıyorum. Ne yöne gideceğimi bilmiyorum. Sağ yanım fazla hareketli. Darbuka çalan gençler ve işportacılar var. Sol yanım daha karanlık. Karanlığa doğru adım atıyorum.

Birkaç adım attıktan sonra duruyorum. Kulağımda bir ses. “Vaktin geldi,” diyor, “vaktin geldi, artık oyalanma.” Bu ölümün sesi. Azrail kulak memelerime kurulmuş, sazını tıngırdatıyor ve bana zamanımın geldiğini söylüyor. “Hayır, olmaz, yapamam,” diyemiyorum. Sözleşmenin fesih tarihi gelmiş. Mecburen bir yolunu bulmalıyım. Kendi kendime halletmek en iyisi. Nefesimi tutuyorum, boğazımı sıkıyorum ellerimle, olmuyor. Can tatlı geliyor. Aniden yere atılıyorum. Başımı kaldırımın çamurlu köşesine çarpıyorum. Alnımdan kan ve çamur akıyor ancak gene olmuyor.

Böyle olmayacak. Başkasının yapması gerek. Etrafıma bakınıyorum. Ufukta sarı bir taksi görüyorum. Yaklaşıyorum. Camına tıklıyorum. İrkilen şoföre, “Ananı kerhanede gördüm az önce!” diyorum. Ardından hızlıca çömelip, kafamı tekerleğin altına sokuyorum. Bekliyorum. Ama kontak sesi gelmiyor. “Ananı kerhanede gördüm lan, bassana gaza!” diye bağırıyorum. Gene olmuyor. Kapı açılıyor. Taksici, “Bela mısın ulan gece gece!” diyerek itekliyor bedenimi. Devriliyorum ama ölemiyorum.

Çaresizce kalkıp yürüyorum. Az ileride bir sevgili çift. Okulun önündeki banklarda öpüşüyorlar. Yanlarına sokuluyorum. Erkeğin kucağındaki şarap şişesini tepeme dikiyorum önce. Ardından, “Çekil bakayım, sıra bende,” diyorum. Aptal aptal bakıyor suratıma. “Kalksana lan, sıra bende, ben de öpeceğim kızı!” diye böğürüyorum. Erkek yerine kız cevap veriyor, “Aman uğraşma aşkım, amca uçmuş,” diyor. Beni umursamadan öpüşmeye devam ediyorlar.

Az ileride bir torbacı. Başında bere, elleri ceplerinde, müşteri bekliyor. Usulca sokuluyorum yanına. Beresini kapıp, “Mallar burada mı?” diye sordum. “Ne yapıyorsun dayı!” diyerek bereyi geri alıyor elimden. “Saat ondan sonra uyuşturucu satıyorsun, kanun namına seni tutukluyorum,” diyorum. Saat ondan sonra uyuşturucu satmak suç mu bilmiyorum. “Narko musun sen?” diye soruyor. “Narkoyum ben, ya beni öldürürsün, ya da müebbet hapis yersin!” diyorum. Hiç oralı olmuyor. Dönüp arkasını gidiyor.

Aylak aylak, arana arana ilerliyorum. Bir cami görüyorum. Yatsı namazı kılınmış, cemaat dağılıyor. Koşar adım camiye yaklaşıyorum. Su tabancamı açıp, giriş kapısının yanı başındaki kapıya işiyorum. Sakallılardan birisi, “Yetişin ey cemaat, herif duvara bevlediyor!” diye bağırıyor. Kalabalık toparlanıyor. Hevesle işemeye devam ediyorum. İçlerinden birisi, “Hacı amca hela şurada, olmaz ki böyle,” diyor. “Keyfimin kâhyası mısın? Canım isterse caminin içine bile sıçarım,” diye tehdit ediyorum. Üzerime yürüyorlar. Tartaklamaya başlıyorlar. Azrail’in tıngırtıları çoğalıyor kulaklarımda. “Bu iş bu kadar,” diyerek kalabalığın şefkatli kollarına bırakıyorum kendimi. Yerde tekmeleniyorum. Ölüme bu denli yaklaşmışken imam koşup geliyor. “Durun yapmayın!” diyerek araya giriyor. “Çekil hoca, hak ettim ben, cami duvarına işedim,” diye dikleniyorum. İşe yaramıyor. Kalabalık dağılıyor. İmam sürükleyerek avluya çekiyor beni. Şadırvandaki oturaklara yaslıyor. Elime yüzüme su serpiyor. “Gusül abdeste gerek yok hoca, bırak şurada öleyim,” diyorum. Duymamazlıktan geliyor.

Yine aradığımı bulamıyorum. Sırasıyla yol kenarlarında bekleyen travestilerde, devriye gezen polis ekiplerinde, çöp kamyonunda asılı duran belediye işçilerinde ve üstgeçitteki tinercilerde şansımı deniyorum. Hiçbirisi beni öldürmüyor. İtildiğim, kakıldığım ve tartaklandığımla kalıyorum.

azrailin tıngırtısı

Azrail kulaklarımdan ölüm emrini fısıldarken, “Olmuyor işte, olmuyor!” diye haykırıyorum. Haykıra haykıra bir çocuk parkına giriyorum. Salıncaklardan birisine çöküp; sallana sallana, için için ağlıyorum. Bu esnada bir adam beliriyor lambaların altında. Zikzaklar çizerek bana doğru yaklaşıyor. Son bir umut, son bir şans düşüncesiyle adama bakıyorum. Ayakucuma kadar sokuluyor. Eğiliyor. Leş kokulu nefesini yüzüme soluyor ve “Ananı kerhanede gördüm az önce!” diyor. Şaşırıyorum. Hayal mi görüyorum, gaipten sesler mi duyuyorum diye şüpheye düşüyorum.

Yakamdan tutuyor ve silkeleyerek, “Ananı kerhanede gördüm diyorum lan, duymuyor musun?” diye bağırıyor. Azrail’in tıngırtıları bir anda kulaklarımda çınlıyor yeniden. Yerimden kalkıyorum. “Şimdi duyuyorum,” deyip adamın boğazına sarılıyorum.

 

 

Kategoriler: Öykü/Deneme