Ulucanlar Cezaevi: Kimliğini yitirmiş bir tabut…

Başkentin en dertli sembollerinden birisidir Ulucanlar Cezaevi. Dökük badanalarında barındığı hüzün yumakları, hâlen çığlık çığlık yankılanır kulaklarda. Kaç ‘ulu’ cana mezar, kaç fidana tabut olmuştur tarih sahnesinde. Şimdilerde ise müze olarak devam ettiriyor yaşanmışlık nöbetini. Ulucanlar; tüm anılarıyla yaşamaya devam ediyor…

 

Tarlalardan Taş Duvarlara

Alman şehir planlamacısı Carl Christoph Lörcher öneriyor Ulucanlar’ı. Modern bir ülkenin, modern bir de hapishaneye ihtiyacı olacak sonuçta. 1925’de “Umumi Hapishane” olarak inşa ediliyor. Etrafında ekilmeye ve biçilmeye uygun tarlalar olduğundan, özellikle Ankara’nın bağrındaki o yamaç seçiliyor. Tutuklular ve hükümlüler o tarlalarda çalışmıyor belki ama bütün hasret tohumlarını ekiyorlar volta attıkları beton avlulara.

İlk ismi “Cebeci Tevkifhanesi” oluyor. Sonra sırasıyla “Cebeci Umumi Hapishanesi”, “Ankara Hapishanesi”, “Ankara Cebeci Sivil Cezaevi”, “Ankara Merkez Kapalı Cezaevi” ve en sonunda hafızalara acılarıyla kazınacak “Ulucanlar Cezaevi” ismini alıyor.

81 yıllık bir insan ömrü kadar sürede, binlerce insanın ömrünü kendine katıyor. Öyle bütünleştiriyor ki hayatları kendisiyle; kimi mahkûmlar Ulucanlar’ı evi görürken, kimileri de bir üniversite olarak tanımlıyor. 1925 yılında başlayan cezaevi rolü, 2006 yılında son buluyor. Kimlik değişimine uğruyor sonra. Beş yıllık bir yenileme, belki de bir rehabilitasyon sürecinin ardından 2011 yılında bu sefer müze olarak kaldığı yerden devam ediyor. Kaç cana mezar olsa bile; en azından anılarını yaşatmayı başarıyor.

 

Ulucanlar Cezaevi: Demokrasi Öncesi Son Durak

Ulucanlar Cezaevinin, Türkiye’nin politik sembollerinden birisi haline gelmesindeki en büyük sebep Cumhuriyet tarihinden bu yana ağırladığı siyasi mahkûmlardır. Günümüzde hâlen aktif siyasetin içerisinde bulunun birçok ismin yolu, “siyasi suçlu” sıfatıyla bir şekilde Ulucanlar’a düşmüştür. Dönemin koşulları, ağır yaptırımlar ve ödenen bedeller; Ulucanlar’ın bir sembol olarak anılmasının en büyük nedenlerinden birisidir.

Ulucanlar, adeta bir “demokrasi öncesi son durak” olmuştur. Genellikle siyasi suçluların kaldığı, iki katlı ve Ankara Kalesi manzarası olduğu için Hilton Koğuşu ismini alan koğuş, demokrasi öncesi son durağın taşa ve demire bürünmüş halidir. Başta eski Başbakanlarımdan Bülent Ecevit olmak üzere, Türk politik hayatına etkisi olan birçok siyasetçi Ulucanlar’ın ve Hilton Koğuşunun soğuk yüzünü tatmıştır. Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Bölükbaşı, Doğu Perinçek, Leyla Zana, Sırrı Sakık, Bekir Yıldız ve Akın Birdal gibi isimler Ulucanlar’ın çeşitli dönemlerinde misafiri olmuşlardır.

 

Şairler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler…

Ulucanlar Cezaevini “Ulucanlar” yapan bir başka özellikle de yıllar boyunca birçok şair, yazar, gazeteci ve sanatçıya ev sahipliği yapmış olmasıdır. Nazım Hikmet Ran’dan Necip Fazıl Kısakürek’e, Yaşar Kemal’den Ahmet Arif’e, Muzaffer İlhan Erdost’tan Hasan Hüseyin Korkmazgil’e kadar Türk edebiyatının öncü isimleri; Ulucanlar’ın demir parmaklıklarını kalem yerine koymuşlardır. Taş ve tuğladan duvarları sayfalar sayıp; nice şiirler ve eserlere ilham olmuştur Ulucanlar.

 

Ünlü yönetmen ve oyuncu Yılmaz Güney de misafir olmuştur bir süreliğine. 1976 yılında şahit olduğu,  çocuk koğuşunda başlayan ve daha sonra tüm cezaevine yayılan isyan; daha sonraları büyük ses getirecek Duvar filminin ilham kaynağıdır. İsyandan derinden etkilenen Güney, isyandan sonra gönderildiği Kayseri cezaevinde ilk olarak “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” isimli romanı kaleme almış, ardından 1983 yılında da aynı eserden uyarlanan Duvar filmini Fransa’da çekmiştir.

 

Ulucanlar Cezaevini bir okul olarak gören ve gerek adli gerekse siyasi mahkûmları derinlemesine gözlemleme imkânı bulan birçok gazeteci ve araştırmacı da dönem dönem Ulucanlar’ın kalabalık koğuşlarında nefes almışlardır. Metin Toker’den Cüneyt Arcayürek’e, Tuncay Çelen’den Ahmet Say’a kadar birçok isim; hayatlarının geri kalanlarını etkileyecek nitelikte anılarla çıkmışlardır.

 

Feride Çiçekoğlu’nun anılarından kaleme aldığı Uçurtmayı Vurmasınlar romanı, kadınlar koğuşundaki yaşamın izleklerini anlatan bir başyapıt olmuştur. Daha sonrasında filme uyarlanan romanın ev sahipliğini ise yine Ulucanlar yapmıştır. Uçurtmayı Vurmasınlar isimli 1989 yılında çıkan film, Ulucanlar Cezaevinde çekilen ilk ve tek filmdir.

 

 

Bazen Mezar Taşı, Bazen tabut!

Ulucanlar’ın acılarla dolu tarihine kazınan en üzücü olaylar ise şüphesiz ki ağır işkenceler ve idamlardır. Şafak vaktini sonsuz bir karanlığa çeviren darağaçları, Ulucanlar’la özdeşlemiş ve zihinlerden asla silinmemiştir. Cezaevinin taş duvarları, sanki hâlen şahit oldukları ölümlerin matemlerini tutmaktadırlar. Ulucanlar, gerçekleşen idamlarla kimliğini yitirmiş bir tabut olmuştur.

1926 yılında, cezaevi olarak açılmasının daha ilk yılında, yedi idam gerçekleşmiştir avlusunda. 4 Şubat 1926’da ilk darağacı kurulmuştur. İrtica ve şapka kanuna muhalefet suçlamasıyla İskilipli Atıf ile Babaeski müftüsü Ali Rıza darağacına ilk çıkanlardır. Onların ardından Atatürk’e suikast ve hükümete karşı darbe teşebbüsü suçlamalarıyla ünlü ittihatçı Maliye Nazırı Cavit Bey ve arkadaşları aynı yıl içerisinde idam edilmişlerdir.

Toplamda on sekiz kişi, Ulucanlar’ın bahçesindeki ulu kavağın altında infaz edilmiştir. Bunlardan en çok ses getirenleri hiç şüphesiz Türk siyasi hayatının en önemli figürlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’dır. 6 Mayıs 1972 tarihi ve gecenin kör saatlerinde, Ulucanlar’daki kavak ağacı bu kez üç devrimcinin mezar taşı rolünü üstlenmiştir.

O gece yaşananların nadir tanıklarından eski Anadolu Ajansı muhabiri Burhan Donanlı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam yaftalarını yıllarca saklamıştır. Ulucanlar’ın müzeye dönmesinin ardından yaftaları müzeye bağışlamıştır. Donanlı’nın o geceye dair en çarpıcı açıklamaları ise, Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan’ın infazlarının ardından on beş dakika yaşamalarıyken, Deniz Gezmiş’in elli iki dakika daha yaşamasıdır.

1980 darbesinin ardından verilen idam cezalarının ilkleri de yine Ulucanlar’ın kaderinde olacaktır. Darbeden sonra yapılan ilk infazlar kapsamında, sol görüşlü Necdet Adalı ile sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu son nefeslerini Ulucanlar’da vermişlerdir. On sekiz yaşından küçük olduğuna dair tartışmaları günümüzde dahi devam eden Erdal Eren, ailesinin kemik yaşının tespit edilmesine yönelik itirazlarına rağmen kavak ağacının altındaki idam sehpasında ve acılarla dolu Ulucanlar tarihindeki yerini almıştır.

Ulucanlar Müzesi

Şafak vaktini karartmasıyla meşhur olmuş Ulucanlar Cezaevi, 2006 yılında kapatılmasının ardından Altındağ Belediyesince restore edilerek müze ve kültür merkezine dönüştürülmüştür. Şimdilerde duvarlarından, o dönemin mahkûmlarından Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın şiirlerini tüm ziyaretçilerine okuyan Ulucanlar, tarihe tanıklığını yeni nesillere aktarmaktadır.

Bugün Pazar.

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

Ve ben ömrümde ilk defa
Gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi,

Bu kadar geniş olduğuna şaşarak

Kımıldanmadan durdum.

Sonra saygı ile toprağa oturdum,

Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,

Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.

Toprak, güneş ve ben…

Bahtiyarım…

 

Nazım Hikmet

 

Kategoriler: Şeyler